14 Mayıs’taki genel seçimlere 2 aylık bir süre kaldı. Bugünlerde siyasi partilerde “aday adayı” hareketliliği yaşanıyor. Serbest meslek erbabından aday adayı olmak isteyenler başvurularını gerçekleştiriyor. Kamu çalışanı olup da parlamento hayali kuran isimler de önce kamu görevinden istifa ediyor, sonrasındaysa soluğu aday olmak istediği partinin merkezinde alıyor.

Elbette ki, milletvekili aday adayı olabilmenin bir “bedeli” var.

AK Parti, erkek adaylardan 20 bin lira, kadın ve genç adaylardan ise 10 bin lira aday adaylığı başvuru ücret istiyor. CHP’de aday adaylığı için istenen rakam daha yüksek. CHP, aday adaylarından 30 bin lira başvuru ücreti talep ederken, kadınlar, gençler ve yüzde 40’ın üzerinde engeli bulunanlar başvuru için 15 bin lira ücret ödemek durumunda. Diğer siyasi partilerde de 7 bin 500 liradan 10 bin liraya kadar başvuru ücretleri isteniyor.

Tabii ki milletvekili olmak isteyen bir kişinin yapacağı harcama bununla sınırlı değil. Aday adayı olan politikacı listeye girmesi halinde bu rakamların çok çok fazlasını harcamak zorunda. Hele bir de aday olunan seçim çevresinde “seçilebilir sıradan” aday iseniz kesenin ağzını bir hayli açmaya mecbursunuz.

İşte tam da bu noktada hâlihazırdaki bu sistemin eleştirisini yapmanın zorunluluk olduğunu düşünüyorum. Çünkü mevcut egemen anlayışa baktığımızda siyaset adeta bir “zengin uğraşı” haline gelmiş.

***

Maddi olanakları sınırlı, orta sınıflara mensup bir kimsenin herhangi bir siyasi partiden aday adayı olup, siyasette bir yerlere gelmesi neredeyse hayal… Tam da bundan dolayı entelektüel birikimi yüksek, toplum tarafından sevilen sayılan, siyasal anlamda temsil potansiyeline sahip pek çok kişi, maddi olanaksızlıklar nedeniyle aktif siyasete giremiyor, girse dahi milletvekilliği, belediye başkanlığı gibi makamlara aday olma gücünü bulamıyor.

Türkiye’nin yakın siyasi tarihine bakarsak bu anlayışın 12 Eylül 1980 sonrasında belirginleştiğini görmemiz mümkün. 12 Eylül’den önceki parlamentonun albümlerine bakarsanız yüksek gelir grubundan olmayan meslek dallarından da milletvekili olan isimleri görürsünüz. Ama yukarıda belirttiğim gibi son 40 yıllık dönemde çok ciddi değişimler meydana geldi ve “maddi güç” sahipleri siyaset kurumunun tek belirleyicisi olmaya başladı. Bu da 12 Eylül sonrası ülkede egemen olan anlayışın olumsuz yansımalarındandır diye düşünüyorum.

***

Tam da bu noktada şu soruyu sormak hakkımız olmalı diye düşünüyorum. Deyim yerindeyse “bir eli yağda bir eli balda”, maddi kaygısı olmayan sermaye sahibi politikacılar, toplumun çok büyük çoğunluğunu oluşturan orta ve alt gelir grubunun çıkarlarını nasıl savunacak? Bu sorunun yanıtını gelin, sizler verin.

Kanaatimce, Türkiye’de siyasetin “zenginleşme aracı” olup olmadığının tartışılması kadar tartışılmaya muhtaç bir başka konu da siyasetin neden zenginlerin uğraş alanı haline geldiğinin ve bu gidişatın tartışılmasıdır.

Bu tartışılmadığı sürece “halk odaklı siyaset” kavramı, hangi siyasi cenah tarafından dillendirilirse dillendirilsin, “içi boş” ve “popülist” bir söylemden öte bir anlam taşımayacaktır. Bugün yaşadığımız tam da budur.