Geçtiğimiz günlerde tarımsal hasılada dünyada ilk 7 ülke arasında Türkiye’nin de olduğu açıklandı. Ne kadar gurur verici değil mi? Çiftçinin alın teri, toprağın bereketi, devlet desteği derken kağıt üzerinde işler mükemmel.

Peki konu sofraya gelirse? Bu başarıyı hissetmek ne yazık ki zor.

Marketteki raflarda salatalığın kilosu 35-40 lira, domatesler 50-60 civarında. Tüketici olarak bizler bu gıdalara ulaşmada zorlanırken, üretici hiç kazanmıyor. Tarımda rekor varsa bu rekorun nimetleri neden çiftçiye veya vatandaşa yansımıyor o da ayrı bir düşünce…

Tarımın topraklarımızda kutsal bir yeri var. Tarım, berekettir, geçimdir ve gelenektir. Fakat son yıllarda bu kutsallık yerini belirsizliğe ve çaresizliğe bırakmış durumda. Gençler köy yaşamlarından uzaklaşıyor. Kimse üretmek istemiyor.

Bir bağ bahçe için verilen emeğin haddi hesabı yok. Tek bir sebze için dahi önce yer kazılıyor, ekiliyor, meyve verene kadar sulanıyor, gerekirse temizliği ve durması için dayakları yapılıyor.

En son hasat ediliyor ve hâle verme ücreti 5-10 lira arasında. Hâl eli değmeden aldığı domatesleri 20-50 lira arası tezgahlara koyuyor. Uğraşan didinen kesim emeğinin karşılığını bile alamıyor. Mazot ve gübre fiyatlarının artışı, iklim değişikliği zaten başlı başına bir tehdit.

Tüm bu sorunlara rağmen hala ihracatta ve üretim hacminde rekor kırabiliyor olmamız aslında üretim gücümüzün ne kadar büyük olduğunun bir göstergesi. Peki bu güç vatandaşa refah olarak neden dönmüyor?

Sorun sadece üretmek değil, planlayabilmek, korumak, desteklemek ve adil dağıtmak da önemli. Tarımda başarı, sadece verimle ölçülemez. Sofraya gelen tabakların dolu olmasıyla ve cebimizden çıkan parayla da ölçülebilir.

Rekor kırmak güzel, ama rakamların ardında gerçek yaşamlara bakılmalı. Ve o yaşamların derdi sadece istatistikler değil, geçim derdidir.

Üretmesine üretiyoruz ama yiyemiyoruz… Bu denklem nerede bozuldu?