Parası olanın parasını göstermesi ayıplanırdı. Gösteriş yapmak görgüsüzlük olarak nitelendirilirdi.

Yardım sessizce yapılırdı. Ne yapan bilinirdi ne de muhtacın onuru kırılırdı. Kutlu doğum yoktu o zamanlar. Mevlüt şekerleri vardı ama, en üstünde lokum. Zorla da olsa harçlık alırdık utanarak. Bayram ziyaretlerinden “Tutulan şekeri almayın; çok ısrar ederlerse bir tane alıp teşekkür edin” diye uyarılarak büyütüldük.

Yazarımızın eğitim için gittiği yurtdışındaki ülkeden dönüşünde ilk durağı Ankara olmuştur. Yaşadığı anları anlatır:

“Resmi plakalı arabalar fırtına estirmiyor henüz o yıllarda. İnsanlar kibar, güler yüzlü, sabahları herkes selamlaşıyor. Yağmurlu, karlı havalarda özel araçlar, dolmuş duraklarından insanları alıyor, yalnızca yardımcı olmak için dolmuş gibi çalışıyorlar. Yolcular ısrarla para vermeye çalışıyor, araç sahipleri de “Aa olur mu canım!” diyerek para almıyorlar.

Hava atmak, kibir, gurur henüz icat edilmemiş. Teyzem elinde o zamanların en ünlü mağazasının paketleriyle eve geldi diye annemden çok kötü azarı yemiş, bir sopa yemediği kalmıştı. “Görgüsüz” demişti. “Görmemişler gibi elinde sallaya sallaya torbalarla yürüyorsun, insanlar ne yer, ne içer diye düşünmezsin, ayıp değil mi?”

Ulu orta yerde veya okulda muz yemem yasaktı.

“Neden böyle bir yasak olur mu?”

“Olur tabii” dedi annem. Herkesin gücü yetiyor mu muz almaya, ayıp ayıp.”

KÜLTÜR BUYDU

Böyle bir yerdi işte Ankara ve Anadolu’daki şehirlerimiz. Gazilere, büyüklere, kadınlara yer vermek için ayağa kalktığımız, ellerinden fikirlerini alıp taşıdığımız, leblebi tozu, macun, taze nohut ve mısır yediğimiz, saat kavramı olmadığından akşam ezanına kadar sokaklarda oynadığımız güzle bir şehirdi. Hem Ankara’mız hem diğer şehirlerimizde yaklaşım buydu.

Cep telefonu yoktu. Sokaklarda oynarken kimin evine yakınsak o evde karnımızı doyururduk. Eve girmeden ayakkabılar çıkardı. Kabahat işleyince sopayı yerdik. Kurallara uyduğumuz için zaten nadir yaşanırdı bu. Travma yaşanmaz, psikoloğa da gidilmezdi. Büyükler gözlerini devirip de baktılar mı yeterdi. Düşünce bir yerimiz kanarsa temizleyip devam ederdik. Kavga edersek ederdik, o kavga orada biterdi. Küfür yoktu. Hemen barışırdık. Kan kardeşi olurduk. Fener alayı izlerdik. Maçlarda taraftarlar karışık otururdu. Kavga, gürültü, küfür olmazdı. Sokak maçları yapar, oyunlar oynardık.

Üç korner bir penaltı, topu atan kazanır, kurallarıyla oynardık. Topun sahibi hükümdardı.

Kuka oynardık, ağaçlarda hala çağla, erik ve meyveler vardı. Koparır yerdik. Özlüyorum…

Gözünün içi gülen yakışıklı beylerin şapkalarını çıkararak selamlaştıkları günleri düşünüyorum özlemle. Zarif hanımları. Eleştiri yaparken bile nezaketlerini koruyan vatandaşları, siyasetçileri özlüyorum. En çok da Atatürk’ü özlüyorum. Her şeyimiz varken hiçbir şey yapamıyoruz.

“O” hiçbir şey yokken her şeyi yapmış…