Zaman zaman bunaldığım anlarda kendime sorarım:

“Niye hâlâ gülümseyebiliyorum, umutlanıyor, yaşamaya devam etmek istiyorum?

Niye, bin yerden esen sert rüzgârların tokatlarına rağmen ayakta kalmaya çalışıyorum?

Yarın ne getirir bilemezsen ve her gün ülkemle ilgili acılarım katlanırken nasıl umutlanabiliyorum?”

İNSANLIK TARİHİNDE hiç bu kadar saldırgan, yıkıcı bir kültür oluşturuldu mu acaba? İnsan zekâsının, hayal etme gücünün bilimde, tıpta harikalar yarattığı bir zamanla aynı anda nükleer bir intihar korkusuyla yaşıyoruz; bu ne perhiz bu ne turşu örneği nasıl bir saçmalıktır insanlığın kendi kendine yaşattığı.

Soruyorum, üzülüyorum. İşte böyle anlarda beni rahatlatacak, mutlu edecek çocukluğumun masallarını anımsamaya çalışıyorum. Belki o masalları dinlediğim ortam, o ortamdaki hava aradığım. İlk masallarım…

Babamın masalları neşeyle, gülerek, büyük bir keyifle anlatışını… Aydın’ın Umurlu bucağına bağlı Pınardere köyü kahvelerinde 1930’lu yıllarda yaşlı kuşağın anlattığı masalları, babam bize anlatırdı canlandırma yaparak. Nasıl gülerdik çocukça… Ye, iç, keyfine bak. Hoca masalları. Altın Kesesi. Yılanlar Padişahı gibi masallardır bunlar. Gördüğünüz gibi masalsız olur mu?

MASALSIZ OLMUYOR

Acaba benim kitaplardan okuduğum masallarımın kahramanlarına ne oldu, öyle mi kaldılar yoksa değiştiler mi?

Kulağıma gelenler doğru olabilir mi, yoksa: Rapunzel paraya dayanamayıp şampuan reklamını kabul etti mi?

Sindirella’nın evliliği yürüdü mü, yoksa Prens onu aldattığı sevgilisiyle Bodrum’da yakalandı mı?

Hansel ve Gretel çifti ormanı verip yerine ağaçların kesilip yapıldığı sitelerinde mi oturuyorlar?

Heidi ise dağları bırakıp bir TV yarışma programında jüri olmuş olabilir mi?

Pollyanna her şeyden mutlu olan, yardımsever ve iyi kalpli kız. Babası ölmeden önce oynadıkları bir oyun vardı. Adı: MUTLULUK oyunuydu…

Hiçbir zaman vazgeçmedi bu oyunu oynamaktan. Ve sonunda çevresindeki insanları mutlu etmeyi başardı. Aslında mutlu olmanın çevremizdekileri mutlu etmekten geçtiğini unutanlara, 11 yaşındaki bir kızın ders verir nitelikteki öyküsü. Acaba Pollyanna büyüyünce de ‘Mutluluk Oyunu’na devam edebilmiş midir?

O güzelim masalların karakterleri bıraktığımız yerler de mi yoksa bizim hayal gücümüzle birlikte çoktan değiştiler mi?

İyi senaryoların temelinde aslında masum bir çocuğun dudağından dökülen “anne bana bir masal anlat” sözleri vardır. Romanlar, öyküler, diziler, filmler hepsi aslında özünde bu isteğin yanıtıdır. Masalcıların da yaşamı bazen bir masal gibi olabiliyor. Gelin şöyle bir bakalım.

Örneğin Andersen… Ayakkabı onarımcısı bir babayla çamaşırcı alkolik bir annenin hayaller kuran oğluymuş. Danimarkalı ailenin oğlu, fakir evlerinin duvarları arasında aynı öykünün hem uşağı hem kralı hem prensi olurmuş. Komşuları olan papazın kütüphanesinden bol bol kitaplar ödünç alır, okurmuş. Ama hayal gücünü asıl uyaran kişi babasıymış. Her gece yatağının yanında ona La Fontaine’den Binbir Gece Masalları’ndan okurmuş.

Andersen, Paris’ten başlayarak İtalya, Prag gezilerini yapmış. Büyük ününü 1835’te basılan içinde “Kibritçi Kız”, “Güzel Prenses ve Bezelye”, “Küçük Deniz Kızı” gibi masalların bulunduğu Çocuk Masalları kitabıyla sağlamış. Bildiğimiz diğer önemli masalları “Parmak Çocuk”, “Sinderella”, “Kurşun Asker”, “Çirkin Ördek Yavrusu”dur.

Hep görmek istediği Atina ve İstanbul’a da gelmiş. Bu geziden 2 yıl sonra yazdığı “Bir Şairin Çarşısı” adlı kitabıyla Kapalçarşı’yı, Üsküdar’ı, Galata’daki Mevlevihane’yi, Boğaziçi’ni o dönemin İstanbul’unu anlatmış.

Andersen diri diri gömülmekten korktuğu için yatağının başucunda komodinin üstünde hep “Ölmedim, uyuyorum” notu bırakırmış. Yazar, sayıları 200’ü aşan masallarıyla tanınıyor. Bu eserleri okuyunca insan neredeyse ölmediğine, uyuduğuna inanıyor!